Bana İyi Gelen Şeylerin Listesi


  • Dua etmek
  • Şükretmek
  • Başmelek Mikail ile çalışmak
  • Diğer tüm melekler
  • İyi düşüncelere odaklanmak
  • Hayatı ve kendimi sevmek
  • İnsanları sevmek ve birarada olmak
  • Doğanın güzelliğini içime çekmek
  • Aynada kendime gülümsemek
  • Vanilya kokusu

Huzur İçin 25 Öğüt




  1. Sabır geliştirme egzersizleri yapın.
  1. Kusursuz olamayacağınızı kabullenin.
  1. Rahat ve ılımlı insanların çok başarılı olamayacakları düşüncesini bir yana bırakın.
  1. Olumlu ve olumsuz düşünce kartopunun çığ gibi büyüme etkisini göz önüne alın.
  1. Sevgi kapasitenizi geliştirin.
  1. Unutmayın: Öldüğünüz zaman yapılacak işler listeniz hala dolu olacaktır.
  1. Kimsenin sözünü kesmeyin, cümlesini siz bitirmeyin.
  1. Birisine bir iyilik yapın ve kimseye bundan bahsetmeyin.
  1. Bırakın ilgiyi başkaları toplasın.
  1. İçinde bulunduğunuz anı yaşamayı öğrenin.
  1. Birisi size topu atarsa, bunu tutmak zorunda değilsiniz.
  1. Öfkeniz kabarmaya başladığı zaman ona kadar sayın.
  1. Bugününüzü son gününüzmüş gibi yaşayın. Öyle olabilir.
  1. İç dünyanız için zaman ayırın.
  1. Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın.
  1. Hayatı olduğu gibi kabul edin.
  1. Yüreğinizin sezgisine güvenin.
  1. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
  1. Ruh durumunuzu dikkate alın: Moralinizin bozuk olduğu zamanlar sizi yanıltmasın.
  1. Hayat bir sınavdır. Altı üstü bir sınav.
  1. Herkesin onayını alamayacağınızı unutmayın. Övgü ve yergi aynı şeydir.
  1. Rastgele iyilikler yapın.
  1. Bir davranışın ardındakini görmeye çalışın.
  1. Gönlü bol olmayı haklı olmaya yeğleyin.
  1. Bugün üç kişiye onları ne çok sevdiğinizi söyleyin.

M.Ö. 2000' lere Ait Bir Hitit Duası

TANRIM, beni yavaşlat

Aklımı sakinleştirerek, kalbimi dinlendir...

Zamanın sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı dengele...

Günün karmaşası içinde, bana, sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver...


Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür...


Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol...


Anlık zevkleri yaşayabilm
e sanatını öğret...

Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kedi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret...


Her gün bana kaplumbağa ve tavşan masalını hatırlat...


Hatırlat ki, yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...


Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla...


Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması, yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır...


Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et...


Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlam olarak yükseleyim...


Ve hepsinden önemlisi...


Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver...

Şanslısın

Yıllar önce elden ele dolaşan  bu mail benim de mail kutuma birkaç kez gelmişti. Tekrar okuyup hatırlamak bana iyi geldi. Bu nedenle size de hatırlatmak istedim :)) Şükretmeyi hatırlatan bir maildi...

  Dünya nüfusunun mevcut halkların nispetlerini muhafaza ederek,100 kişilik bir köy kadar küçültebilseydik, bu köy söyle olacaktı: 

57 Asyalı,
21 Avrupalı,
14 Amerikalı (Kuzey,Orta,Güney) ve
8 Afrikalı.

Bunların 52'si kadın, 48'i erkek olacaktı.

30 beyaz, 70 beyaz olmayan,

30 Hristiyan, 70 Hristiyan olmayan,

89 Heteroseksüel, 11 homoseksüel.

6 kişi bütün servetin % 59'una sahip olacaktı ve bunların hepsi ABD kökenli olacaktı.

80 kişi kötü evlerde yaşayacaktı,

70 kişi okuma-yazma bilmeyecekti,

1i ölmek üzere, 1i de doğmak üzere olacaktı.

1 kişi bilgisayar sahibi, 1 kişi de (evet, sadece 1 kişi) üniversite mezunu olacaktı.

Simdi şunları göz önünde bulundurun:

Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, 1 hafta sonrasını göremeyecek olan 1 milyon insandan daha şanslısınız.

Bir harp tehlikesi ile, işkence görmek ihtimali ile, aç kalma korkusu ile karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz.

Tutuklanmaktan, işkence görmekten yahut öldürülmekten korkmadan ibadethaneye gidebiliyorsanız 3 milyar kişiden daha iyi bir sansa sahipsiniz.

Buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyadaki insanların % 75'inden daha zenginsiniz.

Bankada ve cüzdanınızda para varsa, dünyanın en imtiyazlı % 8'i arasındasınız.

Anneniz, babanız sağ ise, siz bu dünyada nadir kişilerden birisiniz.

Birisi sizi düşündü ve bunu gönderdi, çünkü okuma yazma bilmeyen 2 milyar kişiden biri değilsiniz.

Paraya ihtiyacın yokmuş gibi çalış, kimse seni üzemezmiş gibi sev, kimse seni seyretmiyormuş gibi dans et, kimse seni dinlemiyormuş gibi şarkı söyle... Ve bu mesajı dostlarına gönder.

Göndermezsen hiçbir şey olmaz. Ama gönderirsen; belki bunu okuyan birisi gülümser...

Veya...
Veya sen gene her zaman yaptığın gibi; nereye olduğunu bilmeden, kan ter içinde koşmaya ve hayattan şikayet etmeye devam et! 

Alışverişkoliklere Charlotte Kuralı



Hani bazen deli gibi alışveriş yapmak isteriz. Bir alışveriş merkezine veya eve en yakın çarşıya pazara gidip deli gibi alırız da alırız. İhtiyacımız olanı da alırız, olmayanı da. Peki ya sonra aldıklarımıza ne mi olur? Birçoğu evin bir köşesinde kullanılmadan yıllarca bekler durur. Arada bir yaptığımız genel temizliklerle kullanmadığımız eşyaları sözüm ona ihtiyaç sahiplerine dağıtırız. Güya faydalı insan oluruz. Verdiğimiz insan bizden aldıklarını kullanır mı kullanmaz mı, işine yarar mı yaramaz mı diye düşünmeyiz bile. O anda fazla gibi görünen her şey, gözümüzün önünden kalksın da ne olursa olsundur. Büyük temizliklerin ardından yaşanan kısacık ferahlama dönemini atlatınca "aman allahım, giyecek hiçbir şeyim yok!" paniğiyle hop yeniden alışverişe çıkarız. Ama bu sefer gereksiz hiç birşey almayacağızdır, artık akıllanmışızdır. Bilinçli tüketici olacağız diye kendimize söz vermiş ve gerçekten de ihtiyacımız kadarını almaya başlamışızdır. Fakat insan gezdikçe hep güzel bir şeyler görür, gezmesek bile internette bir tıkla elimizin altındadır her şey. Ama yine de sözümüze sadık kalmalı, aşırıya kaçmamalıyızdır. Bu aşamada bir kereden birşey olmaz mantığı devreye girer. Sonra iki üç derken bir bakmışız alışverişin rengarenk kucağına atlamışızdır yine. Alışveriş yapmak için paraya bile ihtiyacımız yoktur, cüzdanımızdaki can simidimiz, güzelim kredi kartımız bizi kurtarır nasıl olsa. Tıkır tıkır alırken, çatır çatır ödeyecek olan biz değilmişiz gibi yine alırız, alırız, alırız..... Şöyle bir de uzun uzun taksite böldürdük mü ooohhhh! Ödenir gider nasılsa. Bu halimiz taa ki yeni bir bahar temizliğine kadar sürer gider. Ama bir de bakmışız dönüp dolaşıp aynı yere gelmişizdir. Sonuçta yine boş bir cüzdan, gereksiz eşyalarla tıka basa doldurulmuş dolaplar ve çarşaf gibi uzayan kredi kartı ekstresi ile baş başa kalmışızdır. Umutları başka bahara erteleme zamanıdır artık.

Peki nedir irademizi yenemeyişimizin, aliverişsiz duramayışımızı sebebi? Neden satıcıları mutlu edip gereksiz eşyalara saldırırız? Bir gün lazım olur diye mi? Bir daha bunu bulamam, ucuza bulmuşken üç beş tane alayım diye mi? Stres atmak veya alışverişin verdiği o kısacık hazzı tatmak için mi? Sebep her ne olursa olsun birşey almadan önce durup iki saniye düşünmek gerekiyor. Buna gerçekten ihtiyacım var mı? Eğer alacağım şeyin bir benzeri varsa neden ikincisini alayım öyle değil mi? Hem cüzdan boşalmasın, hem de evim tıkış tıkış olmasın.

Alışveriş çılgınlığı beni de her insan gibi kıskacına alıyor arada sırada. Kendime, evime, eşime yeni bir şeyler alınca çok mutlu oluyorum. Ancak bu mutluluklar sabun köpüğü gibi hemen uçuveriyor. Şu bir gerçek ki ışıl ışıl alışveriş merkezleri ve netteki alışveriş siteleri bizi her zaman cezbedecek. Ama asıl olan dışa değil içimize, kendi kişiliğimize yatırım yapmak ve elimizdekilerle yetinmeyi bilmek sanırım. Mina Urgan demiş ki; "Ben sahip olduklarımın tadını çıkarmayı öğrendim hayatta. Sahip olamadıklarımın ve olamayacaklarımın acısına ise ayıracak zamanım yok. Hayat çok kısa." Ne de güzel söylemiş. Önemli olan daha çok şeye ihtiyaç duymak değil, var olanla yetinebilmeyi başarmak.

Tam da bu konuları araştırırken geçen gün Nil Karaibrahimgil’ in Hürriyet gazetesindeki yazı arşivinde Charlotte Kuralı diye bir şey keşfettim. Hatta bu kural epey ünlü olmuş, muhtemelen okumuşsunuzdur. Ama ben yine de paylaşmak istedim. Alışveriş krizim geldikçe okuyorum çok iyi geliyor. Tavsiye ederim. Bir de bu konuda size tavsiye edebileceğim eğlenceli ve öğretici bir film var; Bir Alışveriş Koliğin Maceraları. Kesinlikle izlemelisiniz. Lafı daha fazla uzatmadan buyurun size Charlotte kuralı:

Charlotte Kuralı

Charlotte, Paris'te yaşayan çok güzel bir kızdır. O kadar güzeldir ki, saçları şelaleler gibi omuzlarından kollarına dökülür. Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi para kazanır. Ailesi de çok varlıklıdır hatta. Ben Charlotte'u geçen hafta Paris'te tanıdım. Bu bilgileri almanız, kuralı sorgulamamanız açısından önemli.

Paris'te, bir arkadaşım beni Charlotte'un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler. Hatta benim en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara şahit olmaktır. İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki, "Oh.... Üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!" Ben de, böyle gözlerle incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu güzel Fransız kızın hayatını. Herkesin evinden yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.

Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde.. Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan bir sabun. Minnacık bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj yok! Çantasındaymış. Zaten lipstick o da... Hayatta bazen, şaşakalırsın ya. Başa dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana. Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım. Çözemedim. Sadelik.. Beni şaşırtan şey, modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi. Olağanüstü... Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?... Koca koca alışveriş merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım.

Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu. Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli.
Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken... Biz orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak.

Anladınız değil mi Charlotte kuralını?

Ben de sözü geçenlerde yakın bir arkadaşımdan duyduğum ve çok sevdiğim bir sözle bitireyim.

Zenginlik çok şeye sahip olmak değil az şeye ihtiyaç duymaktır.

Renk Meditasyonu (Alıntıdır)


Kendinizi iyi hissetmediğinizde, uzanın ve kendinizi bir bulutun uzerinde uzanmış olarak, birçok melek tarafından etrafınızın sarılmış olduğunu hayal edin.

Tüm meleklerin auranızı taradığını ve ruhsal çöküntüleri giderdiklerini görün ve hissedin. Bazı meleklerin vücüdunuzun üzerinde şifalı renkleri yansıtan kristalimsi ışıkları var. Üzerinizde hangi renklerin parladığına dikkat edin.

Nefesinizle bu renkleri içinize çekin ve zevk alın. Kendinizin tümüyle gözetilmesine izin verin ve muhtemelen bir süreliğine uykuya dalabilirsiniz.

Daha sonra, meleklerin üzerinizde ışıldayan renklerini anımsayın. Bu renkler hayatınızda neyin dengelenmemiş olduğunu ve gereksinimlerizi gösterecektir.

BEYAZ: Meleklerinizle irtibata geçin. Onlara endişelerinizden bahsedin, ve yardımlarını ve sevgilerini kabul edin.

MOR: Dua edin, meditasyon yapın, kendiniz için gürültüden ve başka kimselerden uzak sessiz bir zaman ayırın, Açık havada, doğanın sesini dinleyerek biraz zaman geçirmeniz şu an için size çok iyi gelecek.

MENEKŞE RENGİ:Dinlenilmeye,güvenilmeye ve yargısız şekilde duyulmaya ihtiyacınız var.

KOYU MAVİ: Sezgilerinize güvenin ve başkalarının fikirlerinden ötürü caymayın.

AÇIK MAVİ: Şu anda hayatınızda yaratıcılığa ihtiyacınız var, bu kendi yaratacağınız bir eser olabileceği gibi, müzik çalarak veya yeni bir resim alarak çevrenizi güzelleştirmeniz şeklinde de olabilir.

TURKUAZ: Başka kişilerin yardımına ve desteğine ihtiyacınız var. Çekinmeden yardım isteyin ve yardım alın.

ZÜMRÜT YEŞİLİ: Aldığınız enerjiden arınarak şu anda dinlenmeye ve uyumaya ihtiyacınız var.

AÇIK YEŞİL: Rasyonelleştirmeden, suçluluk ve korku duymadan gerçek hislerinizle ilgili kendinize karşı dürüst olun,

SARI: Sizi olumsuz şekilde etkileyen ve artık değiştirmeniz gereken iş veya okul ile ilgili durumla ilgilenin.

TURUNCU:Ev ortamınızla ilgilenmeli ve onu daha yaşanabilir, iyi ve rahat bir hale getirmelisiniz.

PEMBE: Sevme, sevilme ve sarılma arzunuz var.

KIRMIZI: Öfkeyi ve endişeleri yukarı bırakın, bunları zihninizde ve vücüdunuzda tuttuğunuzda, bunlar fiziksel dengesizlikler yaratmaktadır.

Cariyelikten Sultanlığa Uzanan Yolda Osmanlı Kadınları






Bu seriyi gerçekten büyük bir keyifle okudum. Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbanu Sultan ve Safiye Sultan' ın hayatlarını kurgulayarak müthiş bir roman haline getiren Demet Altınyeleklioğlu' na böylesine keyifli kitaplar yazdığı için teşekkür ederim. Her bir kitap yaklaşık 800 sayfa olmasına rağmen bir çırpıda okunuyor.

Dizilere, filmlere ve kitaplara konu olan bu efsane kadınların iktidar hırsı ve saray entrikaları gerçekten ilgi çekici. Ben en çok Hürrem' in hayatını masalsı buldum.. Kitap her ne kadar kurgu olsa da bazı gerçeklerle örtüşüyor. Özellikle Hürrem' in Osmanlı tabularını yıkarak Sultan Süleyman' a nikah kıydırmasından sonra yeni bir dönem başlıyor. Ondan sonra gelen Sultan Hanımlar da padişahlara nikah kıydırıyor. Ancak katlanılır bir hayat değil. Sarayda ölümün nefesini yanıbaşlarında hissederken yaşamaya çalışmak... Yaşamak için karşı tarafı öldürmek... Entrikalarla dolu bir yaşam.. Daha fazla anlatmayım... Kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum... Özellikle kadınların ilgisini çeken bir konu... Şimdiden keyifli okumalar dilerim....

Bir Tek Taş Hikayesi



Sevgili Ayşe Aral 20.12.2011 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında okurlarının tek taş hikayelerini yayınladı. Benim de naçizane tek taş hikayemi yayınlayarak beni onurlandırdı. Bloğumda yayınlamaya ancak fırsat bulabildim :)) Aşağıda gazetenin linkini de ekliyorum. Keyifli okumalar ;)))

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19503243.asp

-------------------------------------------------------------------------------------

Benim de bir tektaş hikayem var ;))

Ben eşimle daha sevgili iken, bana evlenme teklif ederken tek taş alması yönünde epey bir baskı yaptım. Çaktırmadan alttan alttan işledim adamı ;)) Her pırlanta reklamında "aayyy aşkım ne güzelmiş buu" veya evli arkadaşlarımın parmaklarını göstermek suretiyle "ayy sevgilim bilmem kimin tektaşı ne kadar güzel değil mi" gibi cümlelerle kendisini bir güzel dolduruşa getirdim. Ama o dönemde onun erkek arkadaşlarının da sevgililerine, eşlerine tektaş almaları da durumu tetikledi. Ve benim canım sevgilim deriiiiiinn bir pırlanta araştırmasına girdi. 2-3 boyunca yaptığı araştırmalar sonucunda neredeyse bir kuyumcu kadar pırlanta bilgisine sahip oldu.

Yalnız benim eşim de çok çetin ceviz çıktı. İstemeye gelecekleri gün yaklaştıkça bana "hayatım sanırım senin istediğin gibi bir yüzüğe benim bu aralar bütçem yetmeyecek. sana küçük bir yüzük alacağım ama söz veriyorum evlenip durumumuz düzelince daha büyüğünü, daha güzelini alacağım" dedi. Hatta o günlerde tv de bir reklam vardı 488 TL' ye tektaş yüzük. Ama taşı görünmüyor neredeyse büyüteçle falan bakmak lazım yani o kadar küçük. Şimdilik onunla idare et dedi. Ben de boynum bükük tamam aşkım dedim, zorlama kendini, ilerde taşı büyütürüz. Sonra bir gün kuyumcunun önünden geçerken, gel dedi bakalım yüzüklere, ilerde sana alacağım yüzük modeli için bana fikir vermiş olursun dedi. Ben vitrinde en çok beğendim orta büyüklükte bir yüzüğü denedim ve ilk denediğim yüzüğe aşık oldum. Yüzüğün modeli çok hoş, taşı 0,31 karat, yani küçük ama idel boyda. İlk denediğim yüzük oydu ve taktığım anda duygusal bir bağ oluştu yüzükle aramda. Öyle bir his ki bu, sanki taş sahibiyle buluştu, sanki yıllardır birbirimize hasrettik de yeni kavuşmuştuk. O yüzük benimdi, taktığım anda hissettim bunu. Saçma gelebilir ama öyle hissettim gerçekten :))

Sonra sevgilimle, satış yetkilisi aralarında birşeyler konuştular. Yetkili "hanımefendi parmak ölçünüzü alacağım, yüzüğü alabilir miyim" dedi. Ben anlamadım, sadece yüzüğe büyülenmiş bir şekilde bakıyordum, çıkartmak istemiyorum dedim. Ama eninde sonunda çıkarmak zorundaydım, hiç istemeyerek parmağımdan çıkardım, neredeyse ağlayacaktım adama yüzüğü geri verirken :(( Adam bir anda anahtarlık gibi ucunda bir sürü plastik halka olan şeylerden birini parmağıma taktı, ölçüyü aldı.. 2 gün sonra gelip yüzüğünüzü teslim alabilirsiniz dedi sevgilime.. Ben inanamadım.. Nasıl ama nasıl yani.. bu yüzük benim mi oldu şimdi.. sevgilim beni kandırmış mıydı o güne kadar.. Sırf bana sürpriz yapmak için beni yanıltmıştı ama hiçbirşey umurumda değildi artık, yüzük benim olmuştu ya gerisi boş. Mağazadaki tüm çalışanlar benimle birlikte sevindirik oldular. Tabi yüzüğü mağazada bırakıp gitmek içime sinmese de mutlu mesut annemlerin evine döndüm o gün. Nasıl olsa 2 gün sonra yüzüğüm gelecekti. Ama 2 gün sonra sevgilimin seyahate çıkması gerekti, yüzüğü alamadı. 1 hafta sonra dönecekti ve döndüğünde Nakkaştepe' de yemek yiyecektik. Seyahate giderken kurduğu cümle de şu oldu "İşin sürprizi kaçtı sana Nakkaştepe' de yiyeceğimiz yemekte evlenme teklif edeceğimi anladın artık" dedi. Olsun dedim :))

Aradan 1 hafta geçti, sevgilim seyahatten döndüğü gün ailemle yaşadığım Karamürsel' deki evimize uğradı. Günlerden pazar idi ve Nakkaştepeye gideceğimiz günün 1 gün öncesi idi. Henüz yüzüğü alamamıştı, en azından bana öyle söyledi. Annemlerle biraz vakit geçirdikten sonra dışarı çıktık. Benim üzerimde sweat-shirt, ayağımda spor ayakkabı vardı, saçımı da öylesine toplamıştım ne de olsa pazar günüydü. Karamürselde yüksekçe bir tepede şirin bir restoran vardır ve orada birşeyler yiyelim dedik. Restorana giden yolun manzarası nefistir. Hava çok güzeldi, yolda fotoğraf çekmek için durduk. Sevgilim fotoğraf makinesinin arka koltukta biryerlerde olduğunu söyledi. ben harıl harıl makineyi aradım, bulamadım. Saçım başım dağılmış halde "hayatım makineyi bulamıyorum" diyerek ön tarafa döndüm ve allahım benim yüzüğüm sevgilimin elinde ışıl ışıl parlıyor.. Sevgilim bana gülümsüyor veeeee ardından sihirli kelime "benimle evlenir misin", ben ağlıyorum. Sevgilim nolur ağlama bu kısımda ağlaman gerekmiyor evet veya hayır demen gerekiyor diyor. Ağlamam gülmeye dönüşüyor, ikisi birbirine karışıyor, cevabım "EVET". Yüzük sahibine kavuşuyor. Ben mutlu, sevgilim mutlu lerzan çatlasın tadında yüzüğü parmağıma takıyor. O gün bugündür tektaşım parmağımda. İlerde daha büyüğünü alır mıyız bilmiyorum ama yüzüğümle benim aramda duygusal bir bağ olduğunu çok iyi biliyorum.

Gönlüm

Meleklerle Yaşamak



Hayatta bana yeni bir bakış açısı katan, farkındalığımı arttıran hatta hayatımı değiştiren bir kitap. Daha ne diyebilirim ki; hayatımı ikiye ayırıyorum artık meleklerle tanışmadan önce ve meleklerden sonra :)) keyifli okumalar ;)

AŞK


Son günlerde okuduğum en iyi kitaplardan biri

Arka Kapak

Ya ortasındasındır AŞK'ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde..
Ella Rubinntain (40) Amerikalı bir ev kadınıdır. Tipik burjuva değerlerinin hâkim olduğu oldukça varlıklı bir ailesi, düzenli ve görünüşte "sorunsuz" bir evliliği vardır. Üç çocuğunu da büyüttükten sonra bir yayınevinde editör-asistanı olarak iş bulur; görevi A. Z. Zahara adlı tanınmamış bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir.

Ancak hayatının kritik bir döneminde eline aldığı bu kitap, hiç beklemediği bir şekilde Ella'yı derinden sarsacak, dünyevi aşkı keşfetmek adına zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkmasına neden olacaktır.

Hayatlarımızın durgun gölünü dalgalandıran taş misali, yüzleşmek zorunda olduğumuz sıkıntılar, acılar... ve aşkın peşinde kat etmek zorunda olduğumuz zorlu yollar, ödediğimiz bedeller...

Aşk... kitap içinde bir kitap, hayatın anlamı peşinde bir aşk macerası...

Aşk... Elif Şafak'tan arayışa, gerçeğe ve keşfetmeye dair bir roman...


Yazar:Elif Şafak

Alacakaranlık Efsanesi





Bu seriyi beğenip beğenmediğime ilk başlarda karar verememiştim. Ama benim hatam önce filmi izleyip sonra kitabı okumak oldu. Bu bana ders olsun. Bir hikayeye önce filmden başlamayacağım bir daha. Her zaman öncelik kitap olmalı. Kitabı okuduktan sonra filmi izlemeli insan. O zaman hayal gücününüzü daha fazla kullanabiliyorsunuz.

Ben Alacakaranlık serisini bitirdikten sonra gerçekten yazarın başarılı bir iş çıkardığına karar verdim. Şu sıralar internetten serinin 5' inci kitabı olan "Geceyarısı Güneşi" ni indirdim. O da Edward' ın bakış açısının yansıttığı için ilginç geldi bana. Diğer kitaplarda hep Bella ve Jacob' un dilinden okumuştuk hikayeyi. Edward' ın bakış açısından hiç bakmamıştık.

Eğer istediğiniz sürükleyici bir kitap okumaksa kesinlikle tavsiye ederim. "Geceyarısı Güneşi" ni de en kısa zamanda burdan sizinle paylaşmak istiyorum.

dedemm



Gittiğine hala inanamıyorum. Birkaç hafta sonra evleniyorum ve sen yoksun. Düğünümde giymek için sakladığın takım elbisen, ayakkabıların hepsi başka bir dedeye verildi artık. Benim düğünümde onları giymen kısmet olmadı. En büyük hayalindi beni gelinlikle görmek. Biliyorum bedenin orda olamayacak, sana sarılamayacağım. Ama ne olur ruhun orda olsun. Gözün üzerimizde olsun, sıcaklığını, bana verdiğin gücü yine hissetmek istiyorum. Seni çok seviyorum canım dedem…

Angela' nın Külleri



"Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hâlâ şaşarım." Ekonomik kriz sırasında, Amerika'ya yeni gelmiş bir göçmen ailesinin çocuğu olarak, Brooklyn'de dünyaya gelen ve İrlanda'nın Limerick kentindeki yoksul mahallelerde büyüyen Frank McCourt'un anıları böyle başlıyor.

Frank'ın babası Malachy, genellikle çalışmadığı, çalıştığı zamanlar da aldığı parayı içkiye yatırdığı için, annesi Angela'nın çocuklarını bakıp besleyecek parası yoktur. Ancak aynı Malachy, sorumsuz ve garip bir adam olmasına karşın, Frank'ın hikâye yazma yeteneğini ortaya çıkaracaktır. Frank, babasının, İrlanda'yı kurtaran Cuchulain hakkında anlattığı hikâyelerle, annesine bebekler getiren, Yedinci Basamaktaki Meleğin hikâyesiyle büyür.

Not: Kitabın ikinci cildini de okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca filmi de oldukça başarılı ama ilk cildi okuyarak alacağınız keyif inanın bana filmden çok daha büyük olacaktır :)

Da Vinci Şifresi

Yine Dan Brown :)
Ve yine Harvard Üniversitesi simgebilim profesörü Robert Langdon, Paris'te iş gezisindeyken bir gece yarısı, Louvre'un yaşlı müdürünün müzede ölü bulunduğu haberini alır. Langdon ve yetenekli Fransız kriptoloji uzmanı Sophie Neveu cesedin yanına ulaştıklarında anlaşılmaz bir takım izlerin varlığını tespit ederler. Söz konusu izlerin ne anlama geldiğini araştırırken garip bir esrar perdesinin aralandığını ve ipuçlarının onları Da Vinci'nin tablosuna götürdüğünü keşfedip şaşkına dönerler. Büyük usta sırrını herkesin görebileceği bir yere, ünlü bir eserinin içine gizlemiştir.
Not: Bu kadar başarılı bir kitaba bu denli başarısız bir film yapılmasına üzüldüm. Kitabı okurken bir sonraki sayfaya geçmek için sabırsızlanıyorsunuz ancak aynı sürükleyici havayı ne yazıkki filme yakalayamışlar.

Dijital Kale


Şifreler şifreler şifreler :))
Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı NSA’nın şifre çözücü süper bilgisayarı TRANSLTR’nin bile üstesinden gelemediği, çözülmesi imkânsız gibi görünen bir şifre...
ABD’den ve NSA’dan intikam almak isteyen bir dâhi…
Dünyanın dört bir yanında ve sanal ortamda yaşanan nefes kesici bir kovalamaca…
Cinayetler, casusluk oyunları ve müthiş bir macera! ..

Melekler ve Şeytanlar


Çok eski gizli bir kardeşlik örgütü. Dünyayı yok edecek ölümcül yeni bir silah, akıl almaz bir hedef. Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon efsanevi gizli örgüt Illuminati'nin -Galileo zamanından beri Katolik Kilisesi'nin bağnaz inançlarını lanetleyerek bilimin yararlarını yücelten- hala faaliyette olup cinayetler işlediğini öğrenince şok geçirir. Parlak bir fizikçi olan Leonarda Vetra cinayete kurban gitmiştir. Tek gözü oyulmuş ve göğsü örgütün sembolüyle dağlanmıştır. Bilim adamının son buluşu güçlü ve çok tehlikeli enerji kaynağı karşımadde çalınmış ve yeni Papa seçiminin gerçekleşeceği gün Vatikan Şehri'nin altına saklanmıştır. Langdon, Vetra'nın meslektaşı ve aynı zamanda kızı olan Vittoria ile medeniyeti yok olmaktan kurtarmak amacıyla Roma sokaklarında, kiliselerde ve katakomplarda soluk soluğa koşuşturarak 400 yıllık izi sürerek Illuminati'nin izini bulmaya çalışırlar. Brown bu romanda tıpkı bir hokkabaz gibi havaya yüzlerce top fırlatıp hiçbirini yere düşürmeden okuyucuyu inanılmaz bir gerilime sürüklüyor.
Ben büyük bir keyifle okudum. Filmini de çok beğenerek izledim, kesinkle ama kesinlikle tavsiye ediyorum ;))

Şibumi

İnanılmaz ölçüde karışık ve özgün bir roman kahramanı Nicholai Hel. Yarı Rus, yarı Alman asıllı koyu bir Amerikan düşmanı. Şanghay'da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş; bir Japon bilgesinden de 'Go' oyunu öğrenmiş. Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları da edinmiş. Üstün düzeydeki 'yakın algılama' yeteneği yüzünden fotoğrafı bile çekilemeyen bu profesyonel terörist avcısı, terörcü, korkusuz mağaracı, yenilmez savaşçı, günün birinde emekli olarak yaşadığı şatosundan çıkıyor; amansız ve acımasız bir dövüşe katılmak üzere...

Bir Geyşanın Anıları

Son zamanlarda en severek okuduğum kitaplardan biri. Kitabın konusu şöyle;
Bugün bile güçlü bir büyü yaratan gizemli ve egzotik bir dünyada geçen hikaye, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, Japon bir kız çocuğunun bir geyşa evinde hizmetkâr olarak çalışmak üzere ailesinden koparılmasıyla başlar. Neredeyse ruhunu paramparça eden hain rakibine karşın, küçük kız efsanevi geyşa Sayuri olur. Güzel ve başarılı Sayuri,o dönemin en güçlü erkeklerini avucuna alır, ama ulaşamadığı tek adama duyduğu gizli aşkı da aklından hiç çıkmaz
Küçük bir not; filmini de izlemenizi tavsiye ederim.